31 Mart 2009 Salı

Murray Bookchin


Murray Bookchin ( d. 14 Ocak 1921- ö. 30 Temmuz 2006) özgürlükçü sosyalist, siyaset felsefecisi, hatip ve yazar. Özgürlükçü sosyalist ve ekolojik düşünsel çizgide bulunan toplumsal ekoloji hareketinin kurucusu Bookchin anarşist gelenek ile çağdaş ekolojik bilincin sentezini kurması ile dikkatleri üzerine çekti. Bookchin siyaset, felsefe, tarih ve kentsel sorunlar üzerine iki düzine kitabın yazarıdır.
Bookchin radikal anti-kapitalist ve toplumsal özyönetimin sözünü esirgemez savunucusu idi. Yaşam alanlarının özgürlükçü özyönetimi üzerine yazıları ile Yeşil Hareket ve Reclaim the Streets gibi anti-kapitalist doğrudan eylem grupları üzerinde büyük etkisi oldu. "Derin Ekoloji" ve "Sosyobiyoloji"nin biyolojik gerekirci düşünceleri gibi, yaşam merkezli felsefelerin sağlam eleştirilerini yaptı, ve Charlene Spretnak gibi "New Age" Yeşilleri üzerine eleştirisi 1990'larda Amerikan Yeşil hareketini etkileyen bölünmelere neden oldu.
Bookchin göçmen Rusya yahudisi olan Nathan ve Rose (Kaluskaya) Bookchinlerin çocuğu olarak New York'ta doğdu, ve Marksist ideolojiyle çocukluğunda tanıştı. Komünist gençlik örgütü olan Young Pioneers'a dokuz yaşında katıldı. Fabrikalarda çalıştı ve Endüstriyel Örgütler Kongresi -Congress of Industrial Organizations- aracılığı ile çalışanların örgütlenmesinde görev aldı. 1930’ların sonunda, Stalinizmle yollarını ayırdı ve Contemporary Issues adlı yayını çıkaran bir grupla çalışarak Troçkizme yakınlaştı. Geleneksel Marksizm-Leninizm baskıları karşısında hayal kırıklığına uğrayan Bookchin 1950'lerde New York'ta Özgürlükçüler Birliği'nin kurulmasına yardım etti ve Anarşist oldu.
1950’ler ve 1960’lar boyunca, Bookchin işçi olarak aralarında demiryollarında yükleme işçiliğinin de bulunduğu birçok işte çalıştı. 1960’ların sonlarında Manhattan'da 1960’ların muhalif bir enstitüsü olan Özgür Üniversite’de ders vermeye başladı. Bu ona Mahwah’da -New Jersey- bulunan Ramapo Devlet Koleji’nde öğretim görevi kazanmasını sağladı. Aynı zamanda, Vermont’da Goddard Koleji bünyesinde 1971 yılında kurulan Toplumsal Ekoloji Enstitüsü’nün kurucuları arasında bulundu.
Our Synthetic Environment(Sentetik Çevremiz) adlı kitabı ‘Lewis Herber’ takma adı ile Rachel Carson’un Silent Spring (Sessiz Bahar) kitabından altı ay önce yayınlandı, kitabında çevre sorunlarını geniş çaplı ele aldı fakat siyasi radikalizmi nedeniyle çok az ilgi gördü. Çığır açan makalesi "Ekoloji ve Devrimci Düşünce" ile ekolojiyi radikal politik kavram olarak ortaya attı. 1960’ların diğer makaleleri, ekolojik teknolojiler konusunda yaratıcı düşüncelere öncülük etti. Birleşik Devletler’de birçok yerde verdiği derslerle, muhalif kültürün ekoloji kavramını geniş kitlelere tanıttı. 1969 yılında yazdığı yaygın olarak tekrar tekrar basılan makalesi “Dinle, Marksist!” ile Demokratik Bir Toplum için Öğrenciler’ grubunu, Marksist bir grubun onu ele geçirmesine karşı uyardı fakat sonuçsuz kaldı. Bu makaleler ve önemli etkiler yaratan diğer 1960-dönemi makaleleri Post Scarcity Anarchism (Kıtlık Sonrası Anarşizm) adlı eserde biraraya getirildi.
The Ecology of Freedom (Özgürlüğün Ekolojisi) 1982 yılında yayınlanan kitabı, Birleşik Devletler ve diğer ülkelerde ortaya çıkan ekolojik hareketler üzerinde derin etkilerde bulundu. Kentleşmeden Şehirlere (İlk olarak Kentleşmenin Yükselişi ve Yurttaşlığın Düşüşü adı ile yayınlandı) adlı kitabında politik felsefesini etkileyen ve özgürlükçü yerel yönetim kavramının uygulamasını tarif eden demokratik gelenekler üzerinde iz sürdü. Yirmi yıllık arkadaşı Janet Biehl tarafından yazılan daha ufak bir çalışma, Toplumsal Ekoloji Siyaseti kısaca bu düşünceleri özetler. 1999 yılında, Bookchin anarşizm ile bağlarını kopardı ve düşüncelerini komünalizm düşüncesi çerçevesine oturttu. Politik yazıları yanında, diyalektik naturalizm olarak adlandırdığı felsefi düşünceleri hakkında da geniş bir şekilde yazılar yazdı. Hegel’in, değişimin ve büyümenin gelişimsel felsefesini açıklığa kavuşturduğu diyalektik yazıları, Bookchin’e gore, onlara yaşayan –organik- hatta ekolojik yaklaşımı ödünç vermiştir. Sonraki felsefi yazıları, hümanizm, rasyonellik ve Aydınlanma’nın idealleri üzerine vurguda bulunur.
Önemli son yayınlanmış çalışması, dört ciltlik, Avrupa ve Amerikan devrimci hareketler içindeki özgürlükçü-liberter etkinin tarihi üzerine olan Üçüncü Devrim adlı eseridir. Ramapo’dan emekli olduktan sonra Bookchin Hoboken’dan –New Jersey- Vermont’a gitti ve zamanını yazılarına ve tüm dünyada gerçekleştirilen konferanslara adadı. 2004 yılına kadar ISE’de eğitim vermeye devam etti. Kalp yetmezliğinden 30 Temmuz 2006'da Burlington’da –Vermont- bulunan evinde 85 yaşında hayatını kaybetti.

Richard DAWKİNS-Gen Bencildir


1976 yılında Oxford Üniversitesi'nden genç bir öğretim üyesi, insanların gerçek doğası ile ilgili rahatsız edici iddialar ortaya attı. "Bizler, hayatını sürdürmeye çalışan makineleriz" diyordu, "Gen denilen bencil molekülleri korumaya programlanmış robotlardan farkımız yok."
Son yüzyılın en ünlü bilim kitaplarından birinin önsözünde yer alan bu sarsıcı cümle, yazarını uluslararası üne kavuşturdu. Richard Dawkins, şu sırada Oxford Üniversitesi'nde profesör ve muhtemelen Darwin'in evrim kuramının en etkili savunucusu.
Bu çarpıcı iddianın ortaya atıldığı kitap "Gen Bencildir", ilginç ismi sayesinde yüksek satış rakamlarına ulaştı. Ancak, bu isim aynı zamanda büyük yanlış anlamalara da yol açtı. Pek çok kişi, Dawkins'in keşfinin, insanlar dahil bütün canlıların sadece kendi hayatını düşünen ve hayatlarına devam etmek için, taşıyıcılarını kurban etmek dahil her şeyi yapabilecek, "bencil genler" tarafından kontrol edildiğini açıklayan bir kuram olduğunu düşünüyordu.
Oysa gerçek daha farklı. "Gen Bencildir", evrimi en iyi şekilde anlamak için, genlerin bencil varlıklar gibi düşünülmesi gerektiğini iddia eden bir kitap. Dawkins, ne genlerin gerçekten bencil olduğunu ve bilinçli hareket ettiğini söylüyordu; ne de evrimi destekleyen kanıtlar bulduğunu iddia ediyordu.
İnsanların bencil genlerinin isteklerine karşı koyamayacak kadar güçsüz varlıklar oldukları ise, anlatmak istediği en son şeydi. Gerçekte Dawkins, evrime genleri temel alan bir bakış açısıyla yaklaşma fikrini daha geniş kitlelere tanıtmak istiyordu. Bunu yaparken, bilim dünyasındaki en güçlü, ama yanlış anlaşılmaya uygun metaforu ortaya koydu.
"Bencil gen", Darwin dahil pek çok evrimciyi uğraştıran bir sorunun çözümü yolunda bir girişim aslında. Darwin, "Türlerin Köken"i (1859) başlıklı en ünlü kitabında, varlığın devamı için yapılan mücadelenin, sadece en dayanıklı canlıların geçebileceği bir "filtre" görevi gördüğünü söylüyordu. Bu canlılar, hayatı sürdürmeye elverişli özelliklere sahip nesiller ürettiklerinden, evrim devam ediyordu.
Ancak, Darwin evrimin acımasız kuralına meydan okuyan canlıların varlığından haberdardı. Bu canlıların, yavrulayacak kadar uzun süre yaşama şanslarını azaltan "cesaret" gibi özellikleri vardı. Peki bu özellik neden varlığını sürdürüyordu? Örneğin neden kuşlar, saldırı olasılığını artırsa da tehlike anında yüksek sesle ötüyorlardı ya da arılar neden yuvalarını korumak için kendilerini feda ediyorlardı?
1871 tarihli "İnsanın Kökeni" adlı kitabında Darwin, evrimin bireyler değil gruplar düzeyinde işleyen bir süreç olduğu fikrini ortaya koydu. Bu durumda, yukarıda sözü edilen "cesaret", bireyin değil türün hayat mücadelesinde rol oynayan bir özellikti.
İlerleyen yıllarda, Darwin'in "grup seleksiyonu" düşüncesi bir hayli popüler hale geldi. 1960'lı yıllarda, İskoç doğabilimci Vero Wynn-Edwards, grup seleksiyonu fikrinin, nüfusu çok fazla arttığında, ekin kargasının üremeyi durdurmasını açıkladığını söyledi. Bu davranış, genetik anlamda, tek bir karga için çok anlamsızken, tüm grubun hayatta kalması için gerekli görülüyordu.
Bu düşünce, herkesi ikna edemedi: Grup seleksiyonunu eleştirenler, çiftleşmenin durmasını, yeterli beslenemeyen kargaların çok sayıda yumurta bırakamamalarına bağlıyordu. 1960'lı yılların ortasında grup seleksiyonu yeni kuşak biyologlar tarafından eleştirilmeye başladı. Bu biyologlar, böyle davranışların ve evrimin, yaşamın en temel birimi, yani genler temel alınarak düşünülmesi gerektiğinde ısrar ediyorlardı.
Darwin'in evrim kuramını oluşturduğu dönemde, genler hakkında ciddi kanıtlar yoktu. Bu konudaki ilk kanıtlar 1866 yılında, bitkilerle deney yapan Avusturyalı keşiş Gregor Mendel tarafından ortaya kondu. Darwin'in kuramı için hayati önemi bulunmasına rağmen, Mendel'in çalışması ölümünden uzun bir süre sonrasına kadar görmezden gelindi. 1960'lı yılların başında DNA yapısı keşfedildiğinde, genler biyolojide ilgi odağı haline geldi.
Genlerin evrimdeki rolüyle ilgilenen etologlar (hayvan davranışlarını inceleyen bilim insanları), genleri uzun yıllardır süren gizemin yanıtı olarak gördüler: Genler, "doğal seleksiyon"un ne şekilde işlediğini aydınlatabilirdi... Yanıt, koşullara göre değişkenlik gösteriyordu; bazen bireyler, bazen de hayvan grupları, bazen de bir türün tamamı etkili oluyordu. Wynn Edwards'ı eleştirenlerin de işaret ettiği gibi, eldeki kanıtlar pek inandırıcı değildi.
Her şey karmakarışıktı; biraz düzen için sorulara tek bir yanıt bulunması gerekliydi... Genler, evrimin ana etmeni olmak için güçlü adaylardı. Ancak, zamanında Darwin'i de meşgul eden büyük bir sorun vardı: canlıların özverili davranışları. Genler, gerçekten doğal seleksiyonun gerçek odağı olarak kabul edilirlerse, bir sonraki nesle aktarılmalarını engelleyecek davranışları açıklamak zorlaşıyordu.
1964 yılında, Oxford Üniversitesi'nden kuramcı William Hamilton'un yazdığı bir makale ile bu alanda önemli bir gelişme yaşandı. Hamilton, öğrenciliği sırasında okuduğu bir makaleden yola çıkmıştı. Bu makalede, genetikçi JBS Haldane, şakayla karışık, iki kardeşi ve sekiz kuzeni için kendi hayatını feda edebileceğini söylüyordu. Şakanın gerisinde bir genetik gerçek vardı: Kardeşler, ebeveynlerinin genlerinin kopyasını taşırlar. Dolayısıyla, kardeşlerden biri, diğer ikisinin hayatı için kendini feda ederse, gen takımlarından yalnız biri kaybolurken diğer ikisi korunur. Genlerin bakış açısına göre, bu durum hepsinin birden yok olmasından daha iyi. Bu hesaba kuzenler de dahil edilirse, onlar uzak akrabalar olduklarından, daha çok hayatın kurtarılması gerekli.
Bir anda özverili davranışlar sonucu genlerin aktarılması bulmaca olmaktan çıktı. Bireyin ölümü, daha fazla sayıda gen takımının devamını sağladığından, özveri anlamlı hale geldi. Hamilton, bu fikirle ilgili araştırmaları, hayvanlar dünyasından seçilmiş örnekler yerine, matematiksel ayrıntılarda yaptı. Genlerde fedakârlık hakkındaki kuramı kanıtlamayı başardı. Bu kuram, kendilerini kurban eden genlerin nasıl yaygınlaştığını gösteriyordu. Yaygınlaşma, kurtarılan hayat sayısına, akrabalığın yakınlık derecesine ve özverinin bedeline bağlı olarak değişiyordu.
Hamilton, böylece, özverinin genetik anlamda "akrabalık seleksiyonu" ile açıklanabileceğini gösterdi. Darwin'in bulmacası da çözülmüştü. Hamilton'un çalışması, "Türlerin Kökeni"nin ardından evrim kuramındaki en büyük buluş olarak kabul gördü.
Ancak o yıllarda, grup seleksiyonu düşüncesi hâlâ etkiliydi ve Hamilton, kendi düşüncelerini kabul ettirmekte zorluklarla karşılaşıyordu. 1966 yılında, Amerikalı evrim biyoloğu George C. Williams'ın "Uyum ve Doğal Seleksiyon" adlı kitabı yayımlaması dönüm noktası oldu. Bu çalışma sayesinde, grup seleksiyonuna ilişkin karmaşık veriler aydınlığa kavuştu. Williams, grup seleksiyonunun evrim üzerinde çok küçük bir etkisi olduğunu gösterdi. Ona göre, evrimi anlamanın en iyi yolu, mümkün olan en düşük seviyede, yani genler düzeyinde düşünmekten geçiyordu.
Oxford Üniversitesi zooloji bölümü mezunu Richard Dawkins, Hamilton ve Willimas'ın çalışmalarından etkilenenler arasındaydı. Genler düzeyinde çalışmanın, gücü ve inceliğinden etkilenen Dawkins, bu düşünceyi daha geniş bir kitleye tanıtma ihtiyacı duydu. Bunu yapmak için, esrarengiz örneklerle matematiği bir araya getirip insanlara sunmanın bir yolunu bulması gerekiyordu. Bir metafora ihtiyacı vardı, bu noktada yardımına "bencil gen" düşüncesi yetişti...
"Bencil gen" metaforu, edebi bir araç olarak çok parlak bir fikirdi. "Gen" gibi soyut bir kavramı, bedenlerimizde gizlice dolaşıp kendi geleceğini garantiye almaya çalışan varlıklar halinde sunuyordu. Dawkins, bu metaforu balıkların intiharından, babunların cesaretine uzanan geniş bir yelpazedeki canlı davranışlarının açıklanmasında kulandı.
Dawkins'e göre yalnızca bir tür, bütünüyle "bencil gen"ler tarafından yönetilmiyordu: insanlar... Milyarlarca yıllık evrimden sonra, bencil genler kendilerine karşı koyabilecek bilince sahip bir canlı oluşturmuşlardı.
İnsan davranışlarını genlerle açıklama girişimleri, işte bu yüzden hatalıydı. Başka bir etken daha gerekliydi. Dawkins bu etkenin, insan topluluklarını şekillendiren inanç, gelenek ve ahlak birikimi, yani "kültür" olduğunu söylüyordu. Dawkins, pek çok bilim insanının yanında, 1970'li yılların başında "gen-kültür ortak evrimi" kavramını ortaya koyan İtalyan genetikçi Luigi Cavalli-Sforza'dan etkilenmişti.
Bu düşünceye göre, dünyanın bir bölgesinde mandıracılığın gelişimi gibi bir kültürel değişiklik, sütün içindeki laktozun sindirimi için ihtiyaç duyulan genlerin kalıcılığını etkiliyordu.
Dawkins "Gen Bencildir"in son bölümünde, genetik ve kültür arasında paralelliğe işaret ediyor. Buna göre, kültürün aktarımı "meme" adı verilen, ebeveynden çocuklara taklit yoluyla geçen "kültürel genler" aracılığıyla da gerçekleşebiliyor. Meme, bencil genlerin amaçlarını her zaman desteklemiyor.
Bir daha gelmeyecekleri lokantalarda bahşiş bırakmak, yaşamlarını hasta ebeveynlerine bakmaya adayan evlatlar gibi pek çok insanın davranışları genlerin bencilliğine meydan okuyor. Dawkins kitabının son cümlesinde şöyle diyor: "Dünya üzerinde yalnızca biz insanlar, bencil genlerin zorbalığına karşı başkaldırabiliyoruz.
Dawkins hep mesajının yanlış anlaşılabileceğinden endişelendi. Bu endişesi de zamanla gerçekleşti. Pek çok okur, Dawkins'in yaratıcı "bencil genler tarafından programlanmış robot" tanımından, insanların genlerin emirlerine hiçbir şekilde karşı gelemeyecekleri sonucunu çıkardı. Örneğin, bir yorumcu şunları yazmıştı: "Bu insanlar hakkında duyduğum en soğuk, insanlık dışı ve kafa karıştırıcı görüş." Bu sonuç, aslında Dawkins'in anlatmak istediğinin tam tersiydi.
"Gen Bencildir", yıllar boyunca bilimsel ve ahlaki anlamda saldırılara uğradı. Darwinciler, Dawkins'in evrimin genler düzeyinde düşünülmesi gerektiği düşüncesindeki ısrarını eleştirdiler. Hatta bir düşünür, "canavarca sorumsuz" bir ahlak anlayışını savunduğu gerekçesiyle Dawkins'i kınadı.
Bilimsel dayanakları bulunsa da, ağır eleştirilerin pek çoğu genler ve insanlar hakkındaki yanlış anlamadan ve Dawkins'in bu yanlış anlamayı düzeltememesinden kaynaklanıyor. İnsanların, genlerin emrettiği şekilde davranmaya mecbur kaldıklarını söylemek, ancak bacaklara sahip olmamızı sağlayan genler nedeniyle her yere yürüyerek gitmemiz gerektiğini söylemek kadar anlamlı. Aklımız bizlere yolculuk yapmak için başka yöntemler bulma olanağı sunuyor.
Dawkins son 25 yılını, "bencil gen" kavramıyla gerçekte anlatmak istediği mesajı aktarmaya harcadı. Bugün, hepsi olmasa da, pek çok genetikçi Darwin'in büyük kuramının en iyi genler düzeyinde anlaşılabileceğine ikna olmuş durumda. Gün geçtikçe artan sayıda araştırmacı, insanların dinsel inanışlardan, fobilere kadar pek çok davranışının aktarıldığı "meme" kavramının etkilerini inceliyor.
Dawkins, bencil gen metaforunu ortaya koyarak, kendisi de gelecek nesillere aktarılacak güçlü bir "meme" yarattı. İronik olansa, bu memenin kendi yaratıcısında hüsrana yol açması.

24 Mart 2009 Salı

İNTERNET VE EĞİTİM

Kişisel bilgisayarların günlük yaşantımızın bir parçası olarak yaşantımıza girmesi, internet ve iletişim teknolojilerine yönelik uygulamaları düşünsel boyutan gerçek yaşantıya dönüştürmüştür. Başlı başına yeni bir olgu olan interneti yapısı gereği birbirine bağlı bilgisayarların digital olarak bilgi paylaştıkları ve çoğunlukla da güncel dilde “sanal alem” içinde olarak tanımlayabiliriz. İnternetin geniş alanlara yayılması ile birlikte kullanıcı kitlesi çeşitlenmiş kullanım amaçları da farklılaşmıştır.

İNTERNET;
Tüm dünyada kullanılan bilgisayarların belirli bir bağlantı aracılığı ile birlikteliğini anlatan iletişime verilen addır.
Bilgisayarların birlikterliği internet protokol numarası denilen ve dört bölümden oluşan bir numaralandırma ile gerçekleşmektedir. Örneğin,192.168.1.1 gibi.


İNTRANET;
Bilgisayarların bir arada ağ uygulamalarını gerçekleştirmede sadece tüm dünyaya açılım söz konusu değildir. Diğer bilgisayarlar ile bağlantı kurmayıp sadece istenen ve sınırlı sayıda bilgisyarlar içinde bir ağ kurulumu gerçekleştirilebilir. Yerel ağ veya intranet olarak adlandırlan bu bağlantısı sayesinde önceden aynı ağ üzerinden bağlanan bilgisayarlar birbirleri ile bağlantı kurulabilirler internet ile tek farkı belirlenen bu bilgisayarlar ile etkileşim ve iletişimin olmamasıdır.


Özellikle kurumsal uygulamalarda, veri güvenliğini sağlamda dışarıdan gelebilecek olası bağlantı girişimlerinin istenmediği durumlarda intranet ağ bağlantısı tercih edilir.
İntranet ağına bağlı herhangi bir bilgisayarın internet erişimine açılması ile intranet kapsamındaki diğer bağlantılar da internete açılabilir.


WEB SAYFALARI;
İnternet uygulamalarında en popüler olanı ve çoğunlukla internet ile eş anlamlı kullanılan web kavramı bilgisayarlar tarafından izlenmektedir. Web sayfaları: internet bağlantısı ile tüm dünyaya ulaşan sunucu adı verilen tüm bilgisayarlar ile açılmaktadır.


Sunucu bilgisyaralar kişisel bilgisyarlarda olduğu gibi sunulan bilgilerin yoğunluğuna göre daha küçük kapasiteli bilgisayarlardır. Bu bilgisayarlar , internet üzerinden bir (IP) numarası ile bağlıdırlar. Yedi gün yirmi dört saat periyodik olarak ve zorunlu durumlar dışında hiç kapatılmazlar. Hypertext markup language adı verilen yazılımlara göre hazırlanır. Web sayfaları bu sunucuların sabit disklerinden kullanıcılara sunulur. Ağ üzerinden kurulan bu haberleşmeye de hypertext transer protokolü(http) adı verilir.


İstemci bilgisayarlar ise bu sunuculara verebileceğimiz genel addır.istemci bilgisayarın sabit bir IP numarası olabileceği gibi, dinamik yani her bağlantıda değişen IP numaraları da olabilir. Örneğin, modem bağlantısı ile telefon üzerinden yapılan bağlantılarda genelikle her bilgisayara farklı IP adresleri verilir. Kişisel bilgisayarlar da ağ veya dosya transferleri için sunucu bilgisyar adı verilebilir ancak bu IP numaraları değiştikçe söz konusu sunucu bilgisyara bağlantı karmaşık olabilir. Başka bir ifade ile bir bağlantı üzerinden bağlandığınız bir bilgisayara başka bir IP üzerinden bağlanmanız mümkün olmaz.


IP numaraların akılda tutulması ve kullanılması kolay ve kullanışlı olmadığından , IP numaralarını bir isim ile adlandırma yoluna gidilmiştir. İnternet alan servisi adı verilen bu uygulama sunucu ve istemci bilgisyarlar arasında akılda tutulması kolay bir hizmet sunar. Örneğin; 212.194.25.12 şeklinde IP numarası olan sunucu bir bilgisayar olduğunu düşünelim.


Web tarayıcınız üzerinden bu numarayı http://212.194.25.12 şeklinde yazarsanız, söz konusu web üzerinden hazırlanmış sayfalara erişebilirsiniz aynı numara için isim atama hizmeti olduğunu düşünelim: bilgi okulu şeklinde bir isim tahsisi yaptırdığımızda, http://bilgiokulu.com.tr şeklinde aynı sayfalara erişmek mümkündür. Bilgi okulu şeklinde hatırlamak rakamları hatırlamaktan daha kolay olacaktır.

Bermuda Şeytan Üçgeni


Bermuda Şeytan Üçgeni, Atlantik Okyanusunda çok sayıda uçak ve geminin kaybolduğu, bazı paranormal olayların yaşandığı bölgenin adıdır. Bu bölge Amerikan sahil koruma örgütünün 7 nolu bölge müdürlüğünün 5720 sayılı sirküler yazısında şöyle tarif edilmektedir: "Bermuda üçgeni ya da şeytan üçgeni diye anılan hayal ürünü yer, Atlantik'te, ABD'nin güneydoğu kıyılarında, açıklanamayan gemi, tekne ve uçak kayıplarının çok yüksek oranda yer aldığı bir alandır. Bu üçgenin köşelerinde Bermuda, Florida'daki Miami, ve Puerto Rico'daki San Juan olduğu kabul edilmektedir.
Kimsenin açıklama getiremediği bu esrarengiz fenomen, içinde bilim adamlarının da bulunduğu pek çok insan tarafından "doğaüstü bir takım güçlerin yaptırımı" olarak algılandı ve öyle lanse edildi. Bu açıklamalar arasında kayıp kıta Atlantis'in orada bulunup (bu düşünceyle paralel olarak Atlas Okyanusu ismini almıştır.) Kayıp Kıta'nın hiçbir zaman anlaşılamayan teknolojik ve manyetik kayıp aygıtlarından birinin etkisinden veya o bölgenin defalarca Dünya dışı varlıkların ziyaretlerinde orada yarattıkları manyetik alanın bir etkisi olduğu, hatta Kristof Kolomb'un bile tuttuğu günlüklerde, o bölgede gökyüzünde uçan tanımlanamaz cisimlerden bahsedildiği iddia edilmiştir. Bu esrarengiz üçgen ile ilgili olarak yapılan son iddia ise uzun yıllardır devam eden araştırmaların birkaç yıl önce bir sonuç verdiğinin iddia edilmesi ile ortaya çıktı . Bu son iddia ya göre tüm bu gizemli olaylar aslında basit bir doğal gaz cilvesi idi .
Yer altından fışkıran doğal gazlar, sadece yüksek kara parçalarından değil, deniz ve okyanus tabanlarından da çıkarlar. Çünkü deniz tabanları da üstü suyla kaplanmış alçak kara parcalarıdır. Ancak, okyanusların derinliklerindeki bölgelerden çıkmak isteyen doğal gazlar, oradaki çok düşük ısının da etkisiyle katı hâle dönüşürler ve "hidrat" denilen beyaz ve tebeşirimsi bir madde hâline gelirler. Çok derinlere dalabilen robot kameralarının bu bölgedeki karbeyaz okyanus tabanını ve bazı gemi enkazlarinı resimlemesinden sonra konuya şu bilimsel açıklama getirilmiştir: Bu bölge, Gulf Stream denilen sıcak su akıntısının da geçtiği yerdir. Tabanın bazen ısınması yüzünden, bu "tebeşir gazlar" erir ve sudan hafif oldukları için yüzeye doğru yükselirler. O anda, tabandan yüzeye kadar suyun yoğunluğu azalır . O sırada oradan geçen ne varsa, derin bir kuyuya düşer gibi hızla okyanusun dibini boylar. Çünkü, yoğunluğu düşen su, gemileri taşıyacak kaldırma kuvvetini oluşturamaz. Gazın yükselmesi sona erince yoğunluk tekrar eski haline döner ve geride hiçbir iz kalmadan kocaman gemiler kilometrelerce derine gömülmüş olurlar.
Uçakların düşerek kaybolması ise yine aynı sebeptendir. Yüzeye çıkan doğal gazlar, havadan da hafif oldukları için yükselmeye devam ederler. Bu kez yoğunluk azalması, bölgenin üzerindeki atmosferde oluşur. Oradan tesadüfen geçen bir uçak hemen irtifa kaybeder ve motorları durur. Çünkü, motorlardaki benzinin yanması için oksijene ihtiyaç vardır ve düşük yoğunluklu havanın içindeki oksijen miktarı motorların çalışması için yeterli değildir. Böylece uçak da , hızla okyanus tabanına doğru inişe geçer.

VATAN HAİNİ

"Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
"Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson'un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
"Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.

"Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Nazım HİKMET

Jacques Derrida

Jacques Derrida, 15 Temmuz 1930 El-Biar'da, ( Cezayir ) dogdu ; 8 Kasım 2004’te Paris’te öldü. Fransız bir filozof, edebiyat eleştirmeni ve Yapısökümcülük olarak bilinen eleştirel düşünce yönteminin kurucusudur.

Yaşamı ve düşüncelerinin oluşumu

Derrida'nın etkinliği yalnızca felsefeyle sınırlı olmamıştı. Özellikle '60'lardan sonra yoğunlaşan siyasal konjonktür içinde ırkçılık karşıtı hareketlerde yer aldiği, Fransa'daki Cezayir'li mültecilerin haklarını desteklediği ve ayrıca Soğuk Savaş dönemi Çekoslavakya'sının muhalif hareketlerini desteklediği ve bu nedenden 1982 yılında aynı ülkede tutuklanmış olduğu bilinmektedir. Körfez savaşı sırasında ise Alman filozof Jürgen Habermas'la birlikte Frankfurter Allgemeine'de kaleme aldıkları bir yazıda, dünya entelektüellerini ABD'nin Irak'a karşı giriştiği saldırıya tavır almaya ve Avrupa'nın dünyadaki yerini yeniden tanımlamaya giriştiği bilinir.
Paris'te Ecole Normale Superieur'de ve Sorbonne Üniversitesi'nde okudu. 1970'lerden itibaren Paris ve ABD'deki Johns Hopkins, Yale, Harvard, Kaliforniya üniversitelerinde akademik kariyerini sürdürdü.Geliştirdigi yöntem ve kavramlar edebiyat eleştirisinden sosyolojiye, kimlik sorunundan felsefeye bütün düşünsel alanlarda etkisini gösterdi ve sarsıcı sonuçlara yol açtı.
Michel Foucault, Gilles Deleuze, Félix Guattari gibi ünlü Postyapısalcı felsefe'nin ya da başka bir değişle yapısalcılık-sonrası-teorinin kurucu öncülerinden biridir.1960'lı yıllardan itibaren geniş bir entelektüel kesimin dikkatini çekmeye başladı, özellikle düşünce tarihine yönelttiği köktenci eleştiriler ve yazmanın ( yazı'nın)doğasıyla ilgili teorik önermeleri önemsendi. J.J.Rousseau, Friedrich Nietzsche, Andre Gide, Paul Valery,Albert Camus gibi yazarları erken dönemde okuyan Derrida, Bergson ve Sartre etkisiyle felsefe çalışmalarına yönelmiştir. Bu yönelim sonrasında, sürekli felsefenin ve düşüncenin kıyılarında dolanacak, düşünce tarihi içinde geri alınması ya da yok sayılması olanaksız müdahaleler gerçekleştirecektir.
Yapısökümcülük denilen Derridacı yöntem, yani metnin derin yapılarını ayrıştırmayı hedefleyen yöntemsel yaklaşım edebiyat kuramı, dilbilim, felsefe, hukuk, sosyoloji, kültür kuramı, mimarlik gibi disiplinler başta olmak üzere birçok alanda yeni açılımlar getirdi.Onun çalışmaları köktenci bir şekilde, Platon’dan günümüze çeşitli ve karşıt eğilimlerle gelmiş olan metafizik felsefenin sorgulanması ve böyle bir sorgulama ışığında örneğin Marks, Freud ya da Nietzsche gibi düşünürlerin yeniden değerlendirilmesi olanağını sağladı.


Yapısalcılık’dan sonra

Derrida, Dil’i yeniden sorunsallaştırır. Dolayısıyla yapısalcılıgı özellikle Saussure'ü ve Levi-Strauss'u da kendi sınırlılığı çerçevesinde sorunsallaştırır. Ona göre, dil, yapısalcıların sandığı ve gösterdiklerinden çok daha fazla oynak ve belirsiz bir şeydir.Anlam, karşıtlık içinde başka bir anlama gönderme yapmaksızın doğamaz, ve analamın sınırları Dil'in tarihselliği içersinde sürelki yer değiştirir; çünkü göstergeler her zaman başka anlam bağlamlarından geçerler, başka anlamlara gelirler, asla kapatılamazlar. Bağlamdan bağlama değişen göstergeler zincirinde anlam, dolayısıyla durmadan değişen bir nitelik arz eder. Derrida bağımsız bir gösterilenler alanının olamayacağını ileri sürer. Burada iki önerme belirginleşir: Birincisi, bağımsız bir gösterilenler alanının olanaksızlğğı ve ikincisi, hiçbir şekilde ya da herhangi bir şekilde bir gösterge dizgesinden kaçılamayacağı.

De La Grammatologie 1967’de yayınlandı. O dönem yayınlanan, yazı üzerine diger iki ayrı çalışmasıyla birlikte bunlar derida'nin çizgisinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu metinler fenomenoloji (ve Edmund Husserl’i), dilbilimi (ve Ferdinand de Saussure’ü), psikanalizi (ve Jacques Lacan’ı), yapısalcılığı (ve Levi-Strauss’u) eleştiriye aldığı temel ve öncü çalımalardır.Yapısalcılığı ve fenomenolojiyi, bir yapısalcının ve fenomenologun yapamayacağı şekilde kendi icinde mantıksal sonuçlarına götürerek dilin ve yapı'nın merkeziligini sorunsallaştırdı. Buna bağlı olarak yapıların tarafsızlığı önermesini bu düzlemde geçersiz kıldı.
Yapısalcılık iç-ögelerinin ayrımı olarak yapıyı tanımlamakla geleneksel felsefedeki " merkez " anlayışını yerinden etmişti. Derrida, bu noktada yapıların merkeziligine yönelik eleştirisiyle devreye girer ve yapısökümcülüğü oluşturarak yapısalcılığı yerinden eder. Yapısöküm, burada, Deconstruction’un türkçe karşılığı olarak kullanılmaktadır. Başka yerlerde bunun yapıbozum ya da yapıçözüm olarak karşılandığı da görülür.
Derrida’nın yapısalcı Dil anlayışına itirazı, kendisinin asıl temel sorgulama konusu olan mevcudiyet metafiziği (başka bazı çevirilerde "bulunuş metafizigi" olarak çevrilir) dedigi geleneksel düşünce yapısına karşı itirazının temelini oluşturur. Mevcudiyet metafizigi, Platon’dan Husserl’e ve yapısalcılığa kadar uzanmaktadır ve sonuçta hepsi bağımsız bir mevcudiyet ya da varlık alanının olduğu varsayımından haraket ederler; oysa Derrida, göstergelerin ( ya da işaretlerin) işaret ettigi ve bu göstergelerden tamamen bağımsız bir alanın olanaksızlığını ileri sürer ve gösteren'den bağımsız bir gösterilen'in mümkün olmadığını ortaya koyar.
Buna göre, anlama işaret eden işaretlerden ya da göstergelerden bağımsız bir anlam alanının olamayacağı gösterilmiş olunur, yani hiçbir koşula bağlı olmayan bir bulunuşun ya da mevcudiyetin sözkonusu olamayacağı belirtilir. Şu-anda-bulunuş, dil bağlamında sözkonusu olamaz. Çünkü " aşkın bir gösterilen yoktur ". Her gösteren, başka bir göstereni gösterir ve buradan elde edilecek olan yalnızca mevcudiyet degil anlama kaynaklık eden " gösterge zincirleri "dir. Böylece "anlam oyunu" sonusuz/ bitimsiz bir oyuna dönüşür.


Ses-merkezcilik ve Söz-merkezcilik

Derrida’nın ses-merkezcilik’i ve söz-merkezcilik’i reddedişi de tam bu noktaya ilişkindir. Bunların yapılarını sökerek Derrida, mevcudiyet metafiziginin örtülerini kaldırır. Idea, Tanrı, Akıl ya da Madde gibi merkezlerin başka nosyonlara dayanak olmaları sözkonusu olamaz Derrida'ya göre. Çünkü "aşkın bir göstergenin yokluğu" sözkonusudur. Dolayısıyla, yazı karşısında ses’e ve söz’e öncelik ve ayrıcalık verilmesi de anlamsızdır. Söz-yazı ayrımının kendisi bizzat, bu metafiziksel düşüncenin ürünüdür, yani belirli bir merkez üzerinde ikili karşıtlıklarla işleyen felsefe geleneğinin bir sonucudur. Her tür metafiziksel düşünce Derrida'ya göre ikili karşıtlıklarla taşınır. Madan Sarup bunları şöyle belirtir: gösteren /gösterilen, duyulur/ düşünülür, konuşma /yazı, söz/dil, artzamanlı/eşzamanlı, uzam/zaman, edilgenlik/etkenlik. Ayrıca bunlara daha ideolojik kullanımları olan ikilikleri de ekler: madde/tin, özne/nesne, yanlışlık/dogruluk, bedeb/ruh, temsil/mevcudiyet, görünüş/öz, içsel/dışsal vb. gibi. Derrida, yapısalcılarırın bu ikilikleri fazla sorgulamadan kabul ettiklerini söyler. Bu karşıt terimlerin her biri ancak digerinin varolmasıyla birlikte varolurlar. Derrida bunu anlamanın yöntemsel araçlarını geliştirir yapisökümcülüğü ile.
Söz-yazı ayrımı, metafiziğin en gizli ve güclü argümanının kalbindir ve kabul edilemezdir; cünkü Derrida’ya göre, geleneksel düşüncede konuşmanın birincil konuma çıkarılmasının gerisinde "bulunuş metafiziği"nin temel mantığı yatmaktadır.Buna göre konuşmada, konuşan kişi ürettiği sözle eş-anlı bulunmakta yani sözüyle arasında zamansal ya da uzamsal bir uzaklık olmamaktadır. Bu doğrudanlık, konuşmada, dolayısıyla ses ve söz'de, konuşan kişinin ürettiği söz ve o söz aracılığıyla anlatmaya çalıştığı şey arasında bir örtüşme (özdeşlik) olduğunu varsayar. Başka bir deyişle, anlamın söz'de içkin olduğunu kabul edilir burada. Derrida bunun böyle olamayacağını gösterir. Şimdi-burada-varoluş, söz’ün içinden belirlenebilecek bir şey değildir. Yazı için geçerli olan söz için de geçerlidir; her söz söyleyenin ve söylenenin yoklugunda söylenmiştir, dil’e gelen aşkın bir gösterilene asla işaret edemez.


Logos'un sökümü

Derrida yaptığı yapısökümcü okumalarla, klasik felsefenin, yani Derrida'ya göre mevcudiyet metafiziğinin bilinçdışı kaynaklarını ortaya koymaya çalışmış, metinin yapısındaki ikili karşıtlıkları sorunsalaştırmış ve böylece mevcut düşünüş yapısını sökmeyi denemiştir. Bir " merkez " ve " "dışarısı" olduğu varsayımına karşı, Derrida'nin ünlü argümanı ve sav sözü şöyledir:
Metnin dışında hiçbir şey yoktur.
Bu noktada, Derrida, nın çalışmasında Logos'a yönelik temelli itirazların geliştirildiği görülür. Batı felsefesi'nde hem söz hem de akıl anlamına gelir Logos. Derrida'nın eleştirisinin tam da bu hedeflere yöneldigi açıktır. Burada metafizik bir varlık görüşü gizlidir çünkü ve Derrida, bir yandan akıl'ın konumunu sorunşallastırarak bir yandan da söz-merkezcilik'in yapısını deşifre ederek, mevcudiyet metafiziğinin ardındaki temel dayanak olan Logos'un sökümünü gerçekleştirir. Bunun sonucunda özne'nin metafizik mecudiyet fikrinin merkezindeki konumu sona erdilir. Söz ve akıl sahibi özne artık metafizik mevcudiyetin merkezi dayanak noktası degildir.


Marlo Morgan - Bir Çift Yürek

Amerikalı bir tıp doktoru olan Marlo Morgan gerçek bir olaya dayanan bu kitabında Avustralya’da yaşadığı ruhsal bir yolculuktan bahsetmektedir. Yazar, göçebe bir kültüre sahip Avustralya yerlileri olan Aborijinler eşliğinde, kabilenin kendilerini adlandırdıkları şekliyle ” Gerçek İnsanlarla” birlikte dört ay süren ve çölü boydan boya katettikleri uzun bir yürüyüşe çıkar. Bu süre boyunca, çölün çorak coğrafyasındaki bitkiler ve hayvanlarla uyum içinde yaşamayı öğrenir. Olağandışı insanlardan oluşan bu toplulukla birlikte yaptığı bu yolculukla Morgan, bu insanların 50.000 yıllık kültürlerinin felsefesi ve bilgeliği ile tanışır.

Macerasının ilk gününden itibaren bu çetin yolculuğun zorluklarıyla mücadele etmek zorunda kalır. Dayanıklılığının her gün sınandığı bu zorlu yolculukta, karşılaştığı her zorlukla birlikte ruhu da değişime uğrar. Aborijinler onu, büyük bir alçak gönüllülükle kendilerinden biri olarak kabul ederler ve onun şefkat dolu öğretmenleri olurlar. Öğretmenlerinden, her insanın eşsiz niteliklerini ve içsel ruhunu takdir etmeyi ve kutlamayı öğrenirken bir yandan da güçlü şifa yöntemlerine tanık olup onların canlılarla ilgili farkındalıklarının ne kadar derin ve anlamlı olduğunu da anlamaya başlar.
Yazarın bu kabile ile tanışması bir süreliğine çalışmak için gittiği Avustralya’da, yerlilerin sorunları ile ilgilenmesiyle başlar. Yazarın onların sorunları ile ilgilendiğini ve onları yakından tanımak istediğini gören bir grup yerli onu bir toplantılarına davet ederler. Ancak, bu toplantı hiç de yazarın beklediği gibi bir toplantı değildir. Bu toplantı için çok özel bir şekilde hazırlanan ve onlar için yaptıklarından dolayı özel bir taktir bekleyen yazar kendisini almaya eski bir jip ile gelen bir yerli ile toplantı yerine gitmek üzere yola çıkar. Çoğu çölün ortasında olmak üzere dört saat süren bir yolculuk sonrası yazar kendini ıssız çölün. ortasında bir grup “ilkel” yerlinin yanında bulur. Kendisinden ilk istenen şey üzerindeki her şeyi ama her şeyi çıkartmasıdır. Bir peştamala sarılı ve yalın ayak kalan yazar ve tüm eşyaları kutsanır. Kendisi yerlilerin arasına kabul edilirken o anda sahip olduğu tüm eşya yakılır. Çünkü, “maddi nesnelerden ve bazı önyargılardan kurtulmak ‘varolmaya’ doğru yapacağı o yürüyüşün gerekli ve vazgeçilmez bir adımıydı”. Bundan sonra yazar bu kabile ile çölü boydan boya geçeceği ve bambaşka bir hayat felsefesi ile karşılaşacağı bir yolculuğa başlar.
Yazar yolculuk boyunca önceden ilkel olarak gördüğü bu insanların doğa ile nasıl iç içe yaşadıklarını; bu kupkuru çölde asla aç ve susuz kalmadıklarını; konuşmadan birbirleri ile iletişim kurduklarını; karşılaştıkları her tür sağlık sorununu çözecek bir birikime sahip olduklarını; hırs, kin, nefret, saldırganlık gibi olumsuz duygularının olmadığını; asla yalan söylemediklerini; hiç bir olayı veya kişiyi yargılamadıklarını; dünyada olup biten her şeyden haberdar olduklarını ve daha bir çok olağanüstü yetenekleri olduğunu hayretle görür.
Yazar tüm yolculuk boyunca kendi kentli yaşamı ile yerlilerin yaşamını, hayata bakışını ve felsefelerini karşılaştırdıkça onların bilgeliklerine hayranlık duymaya başlar. Batı toplumlarının aksine hiç bir nesne ve eşyaya bağlanmayan ve mülkiyetçilik bilmeyen bu insanlar yazarda büyük bir saygı uyandırırlar. Çünkü, Tanrısal “Birlik”‘e inanan bu insanlara göre ” sen birinin canını acıtırsan, kendi canını acıtırsın, birine yardım edersen, kendine yardım edersin.

ACININ MİLADIYLA

Acının miladıyla başlayan bir hikayedir bu
yaşayıp gelmişiz ormanlar bir yanarak
her dönemeçte uğultulu
uçurumlar her şafakta uzun uzun kurt ulumaları
Ey masalcı
otur şu geyik postuna
ve anlat şimdi bütün bunları

Önce yaşadıklarımızı koy ortaya
hatamızı ve sevabımızı anlat
görelim nelere kahretmişiz bunca zaman
nelere göğüs germişiz görelim bir bir
bedeli ödenmiş midir şafağın, bilelim
yaşamak
yeni acılara sürgün etse de bizi

Hayatımız göründüğü kadar basit değil
ama anlaşılmaz gibi de değil öyle
çoğunu unuttuk belki şimdiden
belki bitti birtakım bekleyişler
umutlar da bitti bir zaman, sevgiler de
ama unutmayalım
zulüm de biter hayatımızda
AHMET TELLİ

18 Mart 2009 Çarşamba

WİKİLER

WİKİ NEDİR?

Özgür Belgeleme Lisansı altında herkesin üzerinde istediği gibi düzenlemeler yapmasına izin veren(olanak sağlayan) bilgi sayfaları topluluğudur.
Gruplar, wiki sayesinde kolayca geniş dökümantasyonlar oluşturabilir.
WİKİ OLUŞTURMA SERVİSLERİ

-CoWiki
-DokuWiki
-Linux Wiki
-Media Wiki
-MoinMoin Wiki
-Moz Tip Wiki
-PMWiki
-Twiki
-Wikka Wiki
CoWiki:
PHP5 kodlarını kullanan basit bir wiki motorudur. MySQL veritabanını kullanır. GNU altındaki dillere izin verir. Twiki’deki benzer dile yakın bir dil kullanır. Kurucusu Daniel T. Gorski.
Doku WikiDoku Wiki:
DokuWiki standart bir basit wiki oluşturmak için uyumludur. DokuWiki geliştirici ekipleri çalışma ve küçük şirketleri hedeflemektedir. DokuWiki veritabanı wiki dışında okunabilir ve yapısal metin oluşturulması kolaylaştırır yapan basit ama güçlü bir sözdizimine sahiptir.
Kurucusu Andreas Gohr. Programlama dili PHP dir. Hedef kitlesi olarak özel, orta ve küçük şirketlerdir. Lisans ücreti yoktur.
Linux Wiki:
Linux Wiki sayfaları kullanıcılara linux hakkında bilgilerini paylaşacak bir ortam hazırlamak için oluşturuldu.
İsteyen herkes makale gönderebilir. Linux, işletim sistemi ailesi içerisinde ücretsiz ve açık kaynak kodlu bir işletim sistemidir. Herkes tarafından yeniden dağıtılabilir, özgürce.
Media Wiki:
MediaWiki, GNU lisansıyla korunan, kullanımı açık bir wiki yazılımıdır. PHP ile yazılmıştır ve MySQL veya PostgreSQL ilişkisel veritabanı yönetim sistemi kullanır. MediaWiki; 1.7 sürümünden itibaren PHP 5 desteğini zorunlu tutmaktadır. Eğer PHP'nin eski bir sürümünü kullanıyorsanız MediaWiki'nin 1.6.10 sürümünü kullanmak zorundasınız.
İlk başta MediaWiki, özgür bir ansiklopedi olan Wikipedia için geliştirilmişti, ancak daha sonra, en yaygın kullanılan wiki yazılımı oldu. Bugün, Wikimedia Foundation'ın tüm projelerinde, Wikia'da barındırılan tüm sitelerde, ve pekçok diğer büyük wikide kullanılmaktadır.
Ayrıca, şirketler tarafından kurumsal bilgi yönetimi veya içerik yönetimi amacıyla da kullanılmaktadır. En büyük örneği, halka açık geniş çaplı sitelerini bu sistemle (değişiklikler halka kapalı olarak) yöneten Novell'dir.
MoinMoin Wİki:
Kullanıcılara, birlikte içerik yaratma ve organize etme imkanı tanıyan bir Wiki aracıdır,Moinmoin. Bilindiği gibi Wiki web üstünde korunarak, onlarca gönüllünün web tarayıcılarıyla gelişmesine katkıda bulundukları içerik hazinesidir. Aynı şekilde Moinmoin ile siz de yerel makinanızda, Wiki'de olduğu gibi bilgi kaynağınızı organize etmek, kategorilere ayırmak, alt başlıklar ve linklerle donatmak imkanına sahipsiniz. Yerel WikiMoturu olarak tabir edebileceğimiz Moinmoin açık kaynak dünyasının bir yazılımıdır.
PmWiki:
PmWiki, çok sayıda kişinin ortak ağ sayfaları oluşturmasına olanak sağlayan viki (İngilizce) temelli bir sistemdir. PmWiki sayfaları küçük bir fark dışında tamamen normal ağ sayfaları gibi görünür; PmWiki sayfalarında, temel metin düzenleme kuralları ile değişiklikler yapılmasına ve yeni sayfalar eklenmesine olanak sağlayan bir "Edit" (Düzenle) bağlantısı vardır. Kullanıcılar sayfalara ekleme yapabilmek için HTML ya da CSS gibi şeyler bilmek zorunda değildir.Sayfalara erişim herkese açık olabilir ya da değişiklik yapma yetkisi yalnızca belirli sayıda kullanıcıyla sınırlanabilir. PmWiki'nin Temel Özellikleri Şablon Kullanımı: Site yöneticisi şablonlar (Skins) kullanarak PmWiki sayfaların işlevlerini ve görünüşünü kolaylıkla değiştirebilir. Hazır şablonlardan birisini kullanılabilir ya da bunlar üzerinde değişiklik yapılabilir ya da tamamen yeni bir şablon oluşturulabilir. Erişim Denetimi: PmWiki ile kullanıcıların sitenin tamamında, gruplandırılmış belirli sayfalarda ya da tek bir sayfada değişiklik yapabilmesine olanak sağlayan parolalar (İngilizce) atanabilir.
TWiki:
Bir yapısal wiki olan Twiki genelde bir belge yönetim sistemi, bir proje geliştirme alanı, intranet veya internet üzerinde bir bilgi bankası çalıştırmak için kullanılır. Programlama becerisi olmadan da kullanıcılar web uygulamalarını oluşturabilirler. Twiki belge ve proje planlarını yönetmek için kullanılır. Twiki normal bir intranet veya internet sayfası gibi görünür. Çok büyük şirketler Twiki’yi kullanır.

11 Mart 2009 Çarşamba

Thomas More-Ütopya

Thomas More, kendisinden sonra gelen bütün "toplum mühendislerini"
etkileyecek bir kavram olan ütopya sözcüğünün isim babası olmasaydı,
belki de yalnızca İngiliz siyasi tarihinde bir madde olarak kalacak ve
onurlu mücadelesi pek bilinmeyecekti. Oysa, 1478 doğumlu Sir Thomas Moore, Kral'a, hayatı pahasına da olsa HAYIR demesini bilen ve inançlarını hiç bir baskı altında değiştirmeyen bir kişiydi.
Farklılıkları daha Üniversite eğitimi sırasında belirmeye başlamıştı.
Oxford'da Grekçe ile tanışmış ve Grek düşüncesini yeniden araştıran
İtalyan Rönesanssına sempati duymuştu. Bu eğilimi ailesi ve
otoritelerin tepkisini çekince, dostu Erasmus'un da etkisiyle hukuku
seçti. 1504 ise, parlamentoda - VIII.Henry'nin vergi isteğine karşı
çıkan- muhalif bir üyeydi. 1514'de şövalye de oldu.

Kral, pek hoşlanmamakla birlikte, giderek popülerleşen, bilgisi ve
tavırları ile sivrilen More'la ilişkilerini sıcak tutmaya çalıştı.
Önce Adalet Bakanlığına getirildi More. Ancak, mahkemeye işi
düşenlerden hediye almayı reddederek teamülleri çiğnedi! Ardından
Kral'ın boşanma isteğini reddetti. Böylece sarayla arası açıldı ve
1532'de istifa etti bakanlıktan. Davet edildiği evlilik törenine de
katılmadı. 1534'de VIII. Henry'nin parlamentodan geçirdiği "Üstünlü
Yasası"nı da inançlarına ve hukuka aykırı bulduğu için kabule
yanaşmadı ve kralın papadan üstün olduğuna dair yemin etmeyi reddetti. İpler gerilmiş, kılıçlar çekilmişti artık. Suçu idamı gerektirmiyordu,ancak yalancı tanıklıklarla "vatana ihanet ettiği" saptandı..!Tavrından vazgeçerse affa uğrayacağı söylendiği halde, inançlarını çiğnemedi, vicdanının sesine uydu ve başını cellada vermekten imtina etmedi (1535). Gerçek bir aydındı Thomas More...

Kavram olarak Ütopya Kuzey ülkelerinde Rönesans, İtalya'dan sonra başladı ve hemen reformla karışmış bir duruma geldi. Bu nedenle dinsel etkilenmişliği vardı,anarşist ve ahlakdışı değildi. Tersine sofuluk ve kamu erdemiyle ilişkiliydi. Bu akımın örnekleri aynı dönemde yaşamış ve arkadaş olan Erasmus ve Sir Thomas More'dur. İkisi de meslekten filozof değillerdi,sistematik her şeye karşı hoşnutsuzluğu temsil ediyorlardı ve Skolastiğe olan tepkiyi belirleyen de bu hoşnutsuzluktu.

Konuya balıklama dalmadan önce, sözcüğün sözlüksel bir tanımını vermek istiyorum. Ana Britanica'nın Ütopya maddesi şöyle ; "yaşayanlarına kusursuz bir düzen içinde var olma olanağı sağladığı kabul edilen ideal ülke". Kelimenin çağrışımı ise, "olanaksız ölçüde idealist"reformcu görüşlere temel olmuştur(tabii buradaki idealizmi felsefi idealizmden ayırmak gerekiyor). Sözcük ilk olarak Sir Thomas More tarafından 1516 yılında telaffuz edildi. Terimi yunanca qu (değil) ve topos(yer) sözcüklerinden türeten More, olmayan yer anlamına gelen sözcüğü, bütünüyle akıl yoluyla yönetilen ortak mülkiyete dayalı bir kent devleti olarak betimledi.

Yani, ütopya üretilmiş bir sözcük, ama kavramsallaşması ile birlikte,
beklenmedik bir etki yaratmış. Onun üstüne herkesin farklı anlamlar
yükleyişi basit bir dilsel olanaksızlıktan değil, toplumsal
tasarımlardaki karşıtlıklardan geliyor. Gündelik konuşmalarımızda
hayalcilik gibi kullanıyoruz bu sözcüğü, ama felsefi, siyasi ve
ideolojik kuruluşları biraz farklı. Oralarda hayal ve gerçek birbirine
karışıveriyor. En büyük ve etkili ütopyalar olarak, çok ya da tek
tanrılı, cennet ve cehennem tasarımlı dinleri, bu hayal ve gerçek
karışımı için örnek olarak göstermek mümkün. Thomas Moore'un bu
kavramı kullanışından önceki tarihsel dönemlerde de -adı din ya da
felsefe olsa da- ütopyacı anlayışları bulup çıkartmak hiç de zor
değil. Bu tarih neredeyse yazının/mağara resimlerinin tarihi kadar
gerilere uzanıyor.

More'un Ütopyası
Thomas More'un "Ütopya"sı, roman sanatının henüz ortaya çıkmadığı o
tarihlerde, bir anlatı metni olarak kurgulanmıştır ve Kolomb'un
keşiflerinin etkisiyle yazılmış ilk kurgusal metin olması nedeniyle de
ilginçtir. Ütopya, Güney yarım küresinde bir adadır. Hikaye, bu adada
yaşamış bir gemicinin, ada halkının kurduğu düzeninin mükemmelliğini
Avrupa'ya tanıtması biçiminde sürer. Böylece More, hem İngiltere'deki
iktidarın mutlak olamayacağını belirtir, hem de olması gerekenleri
işaret eder. Siyasi ve ekonomik hayatı yeniden kurgular.

"Ütopya", devletin ilk mimari tasarım olarak da ilgiye değer; Bu ada
devletinde, hepsi aynı plana sahip 54 kent var ve sadece başkentin
planları değişik. Bütün cadde genişlikleri aynı (10 metre kadar).
Herkesin evi aynı stilde. Evlerde bir sokak bir de bahçe kapısı var ve
kilit yok. Herkes istediği eve girebilir, damlar da düzdür. Sahiplik
duygusu olmasın diye 10 yılda bir ev değiştirilir. Köylerde her biri
40 kişiyi barındıran çiftlikler bulunur ve şimdi More'nun eşitliğinin
sınırına geliyoruz, bu 40 kişiden ikisi köle! Her çiftlik yaşlı ve
bilge olan bir kadın ve bir erkek tarafından yönetiliyor. Evlerin bile
bu denli aynı olduğu adada elbette kılık ve kıyafet de belirlenmiş,
herkes daha doğrusu her kategori yaz kış aynı türde giyiniyor. Bir
giysi yedi yıl dayanacaktır. Çalışma sonunda giyilen yün
harmaniyeler(pelerin) de aynıdır ve doğal yün rengindedir.

Tanıtımı More'un cümleleri ile sürdürürsek; "bizim toplumumuzda
kadınlar, rahipler, hizmetçiler, dilenciler çoğunluk yararlı bir iş
yapmaz. Zenginlerin varlığı dolayısıyla da gereksiz lüksler için çok
emek harcanır. Ütopya cumhuriyetinde bunların önüne geçileceğinden
çalışma 6 saat olarak belirlenmiştir. Eğer artık değer ortaya çıkarsa,
günlük çalışma saati kısıtlanır. Aile ataerkildir. Evlenen oğul
babasıyla oturur. Eve sığmazsa yeni bir eve aktar ılınır. Kentler
büyürse yeni bir kent kurulur. Hayvanların öldürülmesi, özgür
yurttaşlar zalimliği öğrenmesin diye kölelere havale edilir. Yemek
kamuya ait salonlarda yenir ve buradaki ayak işlerini de köleler
görür. Evlenirken hem erkeğin hem kadının bakir olması esastır.
Demirin olmadığı adada bunu sağlamak için dış ticaret yapılır. Savaş
zaferleri ile övünülmez, ancak zorunluluk halinde savaşa girilir ve
mümkünse paralı askerler tutulur. Altın ve gümüş birikimi savaş için
yapılır. Gündelik hayatta ise altın ve gümüş oturak ya da hayvan
zinciri olarak kullanılır ki nefret edilsinler. Mutluluğu zevkte bulan
bir ahlak ve çilecilikten uzak bir dinsel tutum söz konusu. Kadınlar
da rahip olabilir, rahipler onurlandırılır ama toplumda güç sahibi de
değillerdir. Tanrıya inanmayanlar yurttaş sayılmaz ve siyasal
yaşantıya katılmazlar ama hiçbir bakımdan rahatsız edilmezler.

Görülüyor ki More'un ütopyası şaşırtıcı ölçüde liberal ve o ana dek
Hıristiyan dünyasında görülmedik derecede laiktir. Komünizm tasarısı
ise pek önemli değil, çünkü ondan ne anlaşıldığı belirsiz ; üstelik bu
tarz bir komünizm pek çok dinin söyleminde de fark edilir. Mesela,
Müslümanlığın cennet tasarımını bile göz önüne getirirsek, mülkiyet
ilişkilerinden söz edilmeyen eşitlikçi bir yaşantı algılarız. Buradaki
liberal düşünceler; savaş, dinsel hoşgörü, yumuşak cezalar,
hayvanların öldürülmesine karşı duyulan irkilti incelendiğinde ortaya
çıkıyor. Sanki kendi geleceğini okumuşçasına, More, "Ütopya"sına,
hırsızlığa ölüm cezası verilmesini eleştiren bir kanıtla başlar.

Her ütopya, kendi çağının toplumsal koşullarının bir eleştirisi
niteliğini barındırır. Dinsel bir inançla, yaşanan kötülüklerden,
Hıristiyanlığın başlangıcındaki eşitlikçi görüşlerle arınılacağı
öğretisine inanan Thomas More, siyasi iktidarın tek elde toplanmasına
ve sınıfsal imtiyazlara karşı çıkan bir metin yazmıştır. Ne var ki,
ilk bakışta eşitlikçi görünen bu ütopyanın da altını kazıyınca, bir
çok ütopyada olduğu gibi, bireyi yok sayan ve tek tipleştirici bir
toplum mühendisliği ile karşılaşırız. Toplumda farklılığa yer yokmuş
gibi görünür, ama yönetimle ilgili kişiler bilgililer arasından
seçilir. Yani ütopik de olsa, bilginin topluma yayılacağı düşüncesi
öne sürülmez. Buradan, soylu kesimin yoksul halkı ne denli küçümsediği çıkarılabilir. Toplumun en hümanist ve aydın insanları bile, toplum tasarılarında sınıf farklılıklarını bir biçimde ortaya koyuyorlar.Ancak, 1518 yılında yazılmış bu metni kendi dönemindeki düşünceler,yasalar ve inançlar eşliğinde değerlendirmek gerekir. Buradaki tek tipleştirmedeki abartı, dönemin soylularının debdebesi ve toplumun büyük yoksulluğuna bir tepkidir mesela.

Thomas More'dan sonra da bir çok ütopya yazıldı. Hatta, kimilerine
göre Marx'ın komünizmi de bir ütopyaydı. Ütopya yazımının
seçkinciliğine karşı anti-ütopyalar da üretildi. Ama, yapısı ne olursa
olsun, "toplumsal ütopya, yoksul sınıfların ayrıcalıklı sınıflara ya
da düşünen insanın varolan düzene karşı duyduğu hınçla başlar ama onu aşarak yeni toplum modelini çizer; yeni toplumun varlığını geçmişte ya da gelecek içinde, boşlukta bir yere yerleştirir, zamansa belirsizdir. Bu yeni toplum varolanın negatifidir. Bu düşünce çağının insanlarını devrimci eyleme çağırmamakla birlikte, mutluluk arayışı içinde, kurulu düzenin yıkılması için çalışır ve ara sıra yolunu şaşırmış olsa da her zaman bir değişiklik gereğini dile getirir".

Howard Gardner

Howard Gardner (d. 1943, Pensilvanya), halen Harvard Üniversitesi'nde çalışmalarına devam eden Amerikalı psikologdur. Çoklu Zekâ Kuramı'nı ortaya atan bilim adamıdır. 1981'de MacArthur Ödülü almıştır.
Standart psikometrik araçlarla ölçülebilen tek bir zekâ olduğuna dair geleneksel kuramı şiddetle eleştiren Gardner, ilk kez 1983 yılında, her bireyin birbirinden farklı pekçok zekâsının olduğu ve bunların her birinin kendilerine özgü bir biçimde geliştiği ve çalıştığı tezini ortaya atmıştır. Çoklu Zeka kuramı herhangi bir psikometrik aracın sonuçlarından yararlanmaz. Zekanın biyopsikolojik bir potansiyel olduğunu ve kültürel değerlerden derinlemesine etkilendiğini savunur.
Zihin Çerçeveleri: Çoklu Zekâ Kuramı adlı kitabında topladığı çalışmaları eğitim, sanat, bilişsel psikoloji ve tıp alanlarındaki görüş ve düşünüşleri yakından etkilemiş, bu alanlarda bir devrim yaratmıştır.
Gardner'in ilk araştırmalarında yedi adet zeka tespit edilmiştir. Bunlar sözel-dilsel zeka, mantıksal-matematiksel zeka, bedensel-kinestetik zeka, görsel-uzamsal zeka, müziksel-ritmik zeka, kişiler arası sosyal zeka, içsel zekadır. Daha sonra sekizinci zeka olan doğacı zeka da bunlara eklenmiştir. Dokuzuncu zeka olduğu düşünülen varoluşsal zeka halen araştırılmaktadır. Bu zekaya biyolojik bir alan bulunamadığından Gardner bu zekaya "yarım zeka" adını vermiştir ve bu zekayı listeye sonra ekleyebileceklerini belirtmiştir. Her insanda bu zekâların tümü bulunur, ancak insanların yetenek ve yaratıcılıkları büyük farklılıklar gösterir. Bir öğrencinin her zekâsının ayrı ayrı güçlü yanları ve zayıflıkları işlenerek, daha başarılı olması sağlanabilir. Bu zekâ türlerini bir sınıfın içinde entegre etmek, mevcut eğitim sistemini kökten değiştirmeyi gerektirir. Gardner psikometrik teori ve enformasyon işleme süreçleri hakkındaki kalıpları kırarak, pekçok alandaki insan yetileri konusunda yeni bir kavram sunmuştur

8 Mart 2009 Pazar

Friedrich Nietzsche

Friedrich Wilhelm Nietzsche (d. 15 Ekim 1844 - ö. 25 Ağustos 1900), "Güç İstenci", "Üstinsan", "Bengidönüş" gibi özgün fikirlerle tanınan varoluşçu Alman filozof.
Nietzsche'nin felsefe öğretisi, kendi çağına tümden bir karşı çıkış olarak görülmektedir. Kendisinin bütün derdi, insanı akılcılığın kıskacından kurtarıp kendisi üzerinden düşünmesini sağlamaktır. Ona göre Tanrı ölmüştür ve insanlar Dünya'da yapayalnız kalmışlardır. Bu yüzden insanlar Tanrı'dan bekledikleri umut ve istekleri bir kenara bırakıp kendilerini Dünya'ya adamalılar. Böylelikle düşünce ile yaşam arasında bağ kurulması daha kolay olur.
Nietzsche, insanlara yeni değerler getirmeye çalışarak güçlü insanların egemenliğinde, çoğunluktan ibaret olan ve sürü olarak nitelendirdiği insanlıkta ilerlemenin mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Sürü kendini feda ederek üst insanı belirleyecektir. Üst insan benim diyebilen, kendi gözleriyle gördüğü gerçekliği belirleyen insan olarak görülmektedir. Bütün varlığın temelinde daha güçlü olmaya yönelik irade vardır. Nietzsche'ye göre, insanoğlu sadece kendini korumak ve yaşamak istemez aksine asıl isteği daha da güçlü olmaktır.
Din, ahlak, çağdaş kültür, felsefe ve bilim gibi konularda eleştiriler yazmıştır. Nietzsche'nin etkileri felsefede, egzistensiyalizm ve postmodernizm üzerinde olmuştur. O, değerlerin göreceliğini savunmuş, "iyi" ve "kötü" kavramlarına saldırmıştır.
Kıta felsefesinde ve analitik felsefede alternatif yollar göstermiştir. Yaşamı olumlama, bengi dönüş, anti platonizm onun felsefesinin temel taşlarıdır.
Nietzsche, erken ölümü ve hastalığı nedeniyle, "ne ahlaksal idealini, ne de trajik şiirini gerçekleştirebilmiştir."

Felsefesi

Üstüninsan
Üstüninsan sözcüğünü ilk olarak teolog ve yazar Heinrich Miller, 17. yy'da yazdığı Geistlichen Erquickstunden adlı eserinde kullanmıştır. Nietzsche, üstüninsanın tüm evrenin amacı ve sebebi olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Üstüninsan insanlığın da amacıdır.
Nietzsche, üstüninsan kavramıyla, soylu bir insan eylemliliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son İnsan, yalnızca maddi teselli peşindeyken, üstinsan yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. Üstün olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde durmaktır.
Nietzsche kendisini, üstüninsanın habercisi olarak tanıtır. Bu konuda eserinde şöyle yazmıştır:

İnsan bir iptir ki hayvanla üstinsan arasına gerilmiştir. Uçurumun üstünde bir ip. Tehlikeli bir geçiş, tehlikeli bir yolculuk, tehlikeli bir geriye bakış, tehlikeli bir ürperiş ve duraksayış.

Ayrıca eşitliğe de inanmayan filozof, bunu şöyle belirtir:

Çünkü insanlar eşit değildirler. Gerçek budur. Ve benim istediğim şeyi onlar istemezler.

İnsanların üstinsanı karalayacaklarını şu ifadelerle bildirir:

İddia ederim ki benim üstinsan dediğime, siz şeytan diyeceksiniz.

Ona göre üstinsan sert olmalıdır.

Sert olunuz!

Halk tabakasını küçümser ve eşitliğe inanmadığını tekrar vurgular:

Panayırda kimse üstinsanlara inanmaz. Orada konuşmak isterseniz halk tabakası göz kırpar ve "Biz hep eşitiz" der.

Ayrıca üstinsan hakkında şöyle der:

Haydi haydi, ey üstinsanlar! Ancak şimdi insan, geleceğin doğum sancısındadır. Tanrı öldü, şimdi dileriz ki üstinsan yaşasın.Ey üstinsanlar, içten adamlar, açık kalpliler; güvensiz olun! Derinliklerinizi gizli tutun; çünkü bugün halk tabakasının günüdür.

Nietzsche'nin üstün insanı, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp, bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir. O, her ne kadar on dokuzuncu yüz­yılda kapitalizmin yarattığı fabrika köleleri­ne, kapitalizmin Hıristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasi­siyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa'daki demokratikleş­menin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapı­yı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstün insanı, sanıldığının tersine, Hitler değildir.
"Tanrı Öldü" iddiası
"Tanrı öldü", Nietzsche'nin en popüler sözüdür.Bu düşünceyi Nietzsche, ilk kez Şen Bilim adlı eserinde dile getirmiştir. O dönemin koşullarına göre yorumlanması gereken "Tanrı'nın Ölümü" düşüncesini, kendi tabiriyle bir kaçığın ağzından duyurur. Gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp "Tanrı öldü! Tanrı öldü!" diye bağıran bir delinin ağzından, Tanrı'nın ölümünü ilan eder.

Nietzsche "Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı'ya nasıl mal edilebilir?" düşüncesinden yola çıkarak, Tanrı'nın ölümünün insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için ve üst insan'a ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu savunmuştur.
Tanrı'nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır. Nietzsche'ye göre "Sanatçı Tanrı" kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasını önerir. "Hristiyan Tanrı" ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. "Tanrı'yı yadsıyoruz, Tanrı'nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz." Nietzsche olaylar sonrası insanların Tanrı'yı suçlamayarak suçu dünyaya bulmalarının yanlış olduğunu düşünmüştür. Nietzsche'ye göre geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler.
Bununla beraber, bu araçlar bizim için dayanılması zor bir dünyayı dayanılabilir kılabilmeye hizmet ederler. Bu hizmet yıllardır dinlerin varoluşu ile de desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yoketmeye onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.
Nietzsche Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara karşı çıkar. Öte yandan, bunlar varolmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey bilinci gerektirdiğini söyler. İşte onun istediği de budur. Bilime ve dine hizmet edenler bu noktada birbirinden farklı değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin tekrar tekrar insan hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne bağlanmasına neden olurlar.
İnsanlar bu araçlardan kurtulup zorla bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir. Fakat tahmin edildiği gibi Nietzsche bu durumdan tam bir çıkış önermez. Bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler.
Tanrı'nın ölümünü büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştüremezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.

Bengi dönüş

Nietzsche'nin bengi dönüş ve üstinsan görüşleri birbirinin tamamlayıcısı durumundadır. Nietzsche ebedi dönüş görüşü ile insanın dünyaya tekrar tekrar geleceğini savunur. Nietzsche'ye göre; "insan tüm yaşamı durmadan döndürülen bir kum saatidir". Sonsuz dönüşteki tehlike, insanın üstinsan olmak için üstesinden geldiği bütün sorunların yeniden ortaya çıkmaları ve yeniden üstesinden gelme zorunluluğudur. Üstinsana ulaşmada insanın önündeki en büyük engeli Tanrı olarak görmektedir.

Hristiyanlık ve deccal
Nietzsche, "Hristiyanlığa düşmanız, nefretle bakıyoruz, tüm romantizm ve anavatana tapınma biçimlerine de..." diyerek Batı Kültürü'nün çöküşünü (decadence), ahlak değerlerine sökülüp atılamazcasına kök salmış olduğunu saptadığı, "çileci ülkü"ye yönelik olarak sunduğu soykütükçü çözümlemelerle açıklama yoluna gitmiştir.
Nietzsche'nin din konusunda sert düşünceleri vardır. Hristiyan öğretisine karşı takındığı tutum, başkaldırışı ve bu öğretiye lanetler yağdırması, 19. yüzyılda çok ses getirmese de, Nietzsche'nin tanınmasıyla ve üne kavuşmasıyla beraber büyük yankı uyandırmıştır. Çünkü Nietzsche, Deccal adlı eserinde Hristiyanlığa lanetler yağdırmış, onu küçümsemiş ve kökeni konusunda çeşitli araştırmalarda bulunmuştur. Ona göre "İlk ve son Hristiyan çarmıhta ölmüştür."
Nietzsche, Deccal adlı eserinin hemen başında şu sert yorumu yapar":

Zayıf ve hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar.Bu, bizim insan sevgimizin ilk kuralıdır.Onlara bu konuda yardım edilmelidir. Bir günahtan daha zararlı ne olabilir? Zayıf ve hasta yapılı olanlar için bir anlayış: "Hristiyanlık!"

Nietzsche'nin dine başkaldırışı, özelde Hristiyanlığa olmakla birlikte, genelde tüm nihilistik özellik gösteren dinleredir. Nietzsche'nin başkaldırışı, tüm dinlere değildir. Çünkü Nietzsche, doğrudan dine değil, nihilizme başkaldırır ve dolaylı olarak bu başkıldırışını nihilistik ögeler taşıyan dinlere de yöneltir.
Nietzsche'ye göre Hıristiyanlık, köle ahlakını taşıyan ve hayatı yadsıyan bir öğretidir. Bu sebeple sürü psikolojisinin temeli, bu öğretiye dayanır. Bir tür çilecilik olarak adlandırılabilinecek Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre yok edilmelidir. Çünkü Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, insan neslinin sonunu getirebilecek nitelikte yanlış bir anlayışın sonucudur.
Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, bilimin de düşmanıdır.

Hristiyanlık gibi gerçeklikle ilişkisi olmayan, gerçeklik gelir gelmez uzaklaşmak zorunda olan bir din, doğal olarak dünya hikmeti'nin, yani bilimin düşmanı olacaktır.

Yine Deccal adlı eserinde, Hristiyanlık'ı kültür yıkıcısı bir din olarak nitelendirmiştir. Çünkü eski kültürlerin izini, varlığı ve varoluşu yadsıması sebebiyle silmiş ve yağmalamıştır.

Hristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı. Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı. Temelde bize, Grek ve Roma'dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya'nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi. Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu...

Hıristiyanlık, Nietzsche'ye göre insanî içgüdüler taşıyan her türlü kültüre ve uygarlığa düşmandır. Çünkü ona göre Hristiyan, gerçeği fikri olarak yaşayan herşeye düşmandır ve onu yağmalamak, kendisi adına yok etmek ister.“
Hristiyanlık süslenip, ona elbise giydirilmemelidir. O, yüksek insan tipine karşı savaş açtı. Bu tipin tüm içgüdülerini yasakladı. Şeytanı, şeytan olanı bu içgüdülerden damıttı. Güçlü insan ayıplandı ve toplum dışına itildi. Hristiyanlık, zayıf, adi, kötü yapılı olan her şeyin yanında oldu ve güçlü bir yaşamın aksini sağlayacak içgüdüleri idealleştirdi...

Nietzsche şöyle devam etmektedir:

Yaptıklarımla bir sonuca vararak yargımı açıklıyorum; Hristiyanlığı lanetliyorum! Hristiyan kilisesinin karşısına, bir savcının şimdiye dek ortaya sürdüğü en büyük suçlamayı ifade ediyorum. Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihaî bir yozlaşmanın istemine sahiptir!

Ecce Homo adlı eserinde de bu konuda:

Anladınız mı beni? Beni ben yapan, beni insanlığın geri kalanından ayıran, Hristiyan ahlâkının maskesini düşürmüş olmamdır. Hristiyan ahlakı -yalan isteminin en kötü niyetli biçimi- insanlığın gerçek Kirke'si; insanlığı harabeye çeviren Hristiyan ahlakı... Yaşamın temel içgüdülerini küçümseme öğretildi: Öyle ki, bedeni yok etmek için bir "ruh", bir "tin", yaratıldı sahte bir şekilde, yaşamın ön koşulunda, cinsellikte, pis bir şey barındırdığı öğretildi sürekli; öyle ki katı bencillikle, muvaffakıyet için son derece önemli olan şeyde kötülük ilkesi aranıyor...


Hristiyan ahlakının maskesinin düşürülmesi eşi benzeri olmayan bir olay, bir dönüm noktasıdır. Bunu halka açıklayan kişi, karşı konulamaz bir güç, bir yazgıdır. -İnsanlık tarihinini ikiye böler: kendinden önce yaşayanlar, kendisinden sonra yaşayanlar...


Apollon ve Dionysos
Gerçekte iki Antik Yunan tanrısı olan Apollon ve Dionysos, Nietzsche'de anlamca yüceleştirilir ve oluşun merkezine koyulur. Sanatın bire bir oluşumu, bu iki kavrama bağlıdır.
Apollon ; Nietzsche'de anlamını "biçim"le bulur.
Dionysos ; Nietzsche'de anlamını "uyum"la bulur.
Nietzsche'ye göre, Eski Yunanlılar, bu iki sanat tanrısıyla, yani sırasıyla Heykel ve Müzik tanrılarıyla, sanatsal üretimin derin gizlerini keşfetmişlerdir. Apollon düş deneyimini ifade eder. O ışık saçan Tanrıdır, Dionysos ise esrime deneyimidir.Hayatın iki kanadı olan Apollon ve Dionysos, insanın yaratıcı gücünü ortak olarak biçimlendiren ve yön veren iki tanrıdır. Nietzsche'de bu tanrısal değişim ve dönüşüm, aslında hayatın sanatsallığına bir işaret, bir göz kırpmadır.
Dionysos müzik ve şarabın tanrısıdır. Yaratma eylemi, Dionysos ve Apollon'un odak noktasının yakalanması, Nietzshe'ye göre "dans etmek"tir.
Dionysos, varlığın özünü sezgiyle kavramaya, Apollon ise sezgiyle kavranan özün dışa, yani görünen dünyaya etki ettirmeye yarar. Nietzsche'ye göre sanat, bu iki "kavramsal" tanrının etkisiyle şekillenir.
Nietzsche'ye göre estetiğin temeli, bu iki kavramı anlamakla mümkündür. Bu konuda şöyle der:

Mantıksal bir çıkarsamayla, ama sezginin anında oluşan keskinliğiyle, sanatın sürekli gelişiminin Apolloncu ve Dionysoscu bir ikiliğe bağlı olduğunu anladığımızda estetik bilimi için çok şey yapmış oluruz: Yaradılışın, bazen araya giren uzlaşmalara rağmen sürekli çatışan cinsiyet ikiliğine bağlı olması gibi...

Nietzsche yorumlarına şöyle devam eder:

Özet olarak, diyalektik, "ayak takımının bir intikam alma yöntemi", "çaresiz insanların seçtiği bir Yahudi yöntemi", "insanın gücünü kendince teşhir edip gösteriş yapması" ve bu yolla karşı tarafın iddasını kurnazca ve hileyle yere vurma isteğidir.

Nietzsche, Sokrates'ten önceki Yunan felsefesine saygı duyar. Lakin ona göre Sokrates'ten sonraki çağ, Sokrates'in izlerini taşıdığı için onun gözünde neredeyse tamamen yozlaşmıştır. Sokrates'in yöntemide bir tür diyalektik olarak tanımlanabileceği için, diyalektik kavramı Nietzsche tarafından topyekün reddedilir.
İnsandaki yaratıcı güç şöyle dursun, Nietzsche'ye göre doğa yaratısı insan bile, doğanın bu iki kavramındaki odak tarafından yaratılmıştır. Kısacası ona göre Apollon ve Dionysos, doğanın elleridir. Doğa bu kavramlarla yaratır ve yıkar.

En tuhaf ve zor sorunlarında bile yaşama "Evet" diyebilmek, en yüksek tiplerin kurban edilmesinde bile, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşam istemi -Dionysosça dediğim şey işte bu.


Güç istenci
Güç istenci, Friedrich Nietzsche'nin felsefesinin merkezi sayılabilecek bir önem teşkil etmektedir. Güç İstenci, Nietzsche'ye göre evrenin her türlü devinimindeki en temel istenç olmakla beraber; tüm detayları, mikro ve makro kozmosu kaplar. Tüm değişim ve dönüşümler, bu istencin farklı kisvelere bürünmüş halidir. Her detayda bu istencin izlerini yakalamak mümkündür.


Kaynak:http://tr.wikipedia.org/wiki/Friedrich_Nietzsche

1 Mart 2009 Pazar

ÖSS'DE SİSTEM YENİDEN DEĞİŞTİ...

ÖSS'deki sınav sistemiyle soru sistemi bir kez daha değişti. ÖSYM ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı yeni ÖSS’nin süresi 3 saatten, 3.5 saate çıkıyor.

ÖSS’nin süresi 3 saatten, 3.5 saate çıkıyor. Tek oturumda yapılan ÖSS sonavı, 2006'da 1970'li yıllarda olduğu gibi ''aynı gün ara verilerek iki oturumda'' gerçekleştirilecek.
ÖSYM ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı yeni ÖSS’nin süresi 3 saatten, 3.5 saate çıkıyor. Kendi alanlarının dışına yönelen öğrenciler 180 yerine 210 soru çözecek. Halen 300 olan tavan puan da otomatikman artacak.
GELECEK yıl üniversiteye girecek yaklaşık 2 milyon gencin merakla beklediği yeni ÖSS sisteminin ‘temel’ esasları belli oldu. Halen 3 saat olan büyük yarışın süresi 3.5 saate çıkıyor. Sınav süresinin 3.5 saate çıkarılmasının, halen tek oturumda yapılan sınavın, ‘aynı gün iki oturumda’ yapılmasını da gündeme getirebileceği bildirildi. Karar bu yönde çıkarsa, 2006-ÖSS, 1970’li yıllarda olduğu gibi aynı gün içinde ‘ara vererek’ iki oturumda yapılacak.
ÖSYM ile Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortak çalıştığı bu ay sonunda açıklanacak yeni sistem şöyle işleyecek:
2 BÖLÜMLÜ SINAV
Tüm lise müfredatını kapsayacak sınav, 2 bölümden oluşacak. İlk bölümde, düz ve meslek liselerinde ortak sınıf olan lise 1 ve ilköğretimin ikinci kademesini de kapsayacak, yetenek ölçme ağırlıklı 120 soru yer alacak. 2’nci bölümde ise lise 2 ve 3 müfredatlarını içeren, bilgi ağırlıklı sorular yöneltilecek. Adaylar, 30’ar sorulu Matematik 2, Fen 2, Türkçe 2 ve Sosyal 2’den, alanlarına yönelik 60’ar soruyu çözecekler.
FARKLI ALANA 210 SORU
Kendi alanlarının devamı niteliğindeki programlara yerleşebilmek için toplam 180 sorudan sorumlu olacak adaylar, bazı alanlar için ortak olan işletme, iktisat gibi programları tercih eder veya alan dışı tercihte bulunurlarsa, 3.5 saatlik sürede 180’e ek olarak 2’nci bölümden de 30 soru çözmeleri gerekecek.
SÜRE AVANTAJI
Bu durumda tercih listesinde, sadece lisede okuduğu alanın devamı niteliğinde olan yükseköğretim programlarına yer veren adayın, yarım saat avantajı olacak. Bu aday 3.5 saatlik süreyi 180 soru için kullanırken, yan alan ve alanı dışında tercih yapan, aynı sürede 210 soru çözmek zorunda kalacak.
BARAJ DEĞİŞECEK
ÖSS’yi kazanma barajları da otomatik değişecek. Halen 160 olan ÖSS’yi kazanma ve 2 yıllık ön lisans programlarını tercih edebilme barajı ile 185 olan 4 yıllık programları tercih edebilme baraj puanları artacak. Yeniden hesaplanacak puanlar, yeni sistemle duyurulacak.
TAVAN PUAN YÜKSELECEK
Sınav birincisinin Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanı katılmadan alabildiği ‘tavan’ puan yükselecek, en düşük ‘taban’ puan değişecek. ÖSS’de halen tavan puan en az neti olana 100, en çok neti olana 300 olarak uygulanıyor.
İSTEK SIRASINA GÖRE TERCİH
Bu durum, önceki yıla ait en küçük yerleştirme puanlarının referans olma özelliğini 2006-ÖSS için kaldıracak. Yükseköğretim programlarının bu yıla ait taban puanları ve yüzdelik dilimleri, 2006-ÖSS’ye girecek ve tercih yapacak adaylara yol gösteremeyecek. Adaylar, öncelikle istek sıralarına dikkat ederek tercih yapmak zorunda kalacak.
Kim, hangi testi çözecek
MF ÖĞRENCİSİ
Matematik-Fen alanından mezun olan öğrenci, alanının devamı niteliğindeki yükseköğretim programlarını tercih edecekse, 120 sorunun yanısıra 2’nci bölümden Matematik 2 ve Fen 2 testlerindeki 60 soruyu çözecek. Bu aday, Eşit Ağırlıklı puan türüne göre öğrenci alan iktisat, işletme gibi programları da tercih etmek isterse, ayrıca Türkçe 2 testindeki 30 sorudan da sorumlu olacak ve 210 soru çözecek.
TM ÖĞRENCİSİ
Türkçe-Matematik alanından mezun öğrenci, alanının devamı niteliğindeki yükseköğretim programlarını tercih ederse, 120 sorunun yanısıra 2’nci bölümden Türkçe 2 ve Matematik 2 testlerinde yer alan 60 soruya cevap verecek. Bu öğrenci, sözel puanla öğrenci alan program tercihi için Sosyal 2’den 30 soru daha çözecek. Sayısal ile öğrenci alan program tercihi için de Fen 2’deki 30 soruyu yanıtlayacak.
TS ÖĞRENCİSİ
Lise diplomasını sosyal alandan alan öğrenci, alanının devamı niteliğindeki programlar için, 3.5 saatlik sınavda, 1’inci bölümdeki 120 sorudan çözebildiklerinin yanısıra ikinci bölümde Sosyal 2 ve Türkçe 2’den toplam 60 soru daha yanıtlayacak. Bu aday, Eşit Ağırlıklı puana göre öğrenci alan programları tercih edecekse, artı olarak Matematik 2’deki 30 sorudan sorumlu olacak.
hürriyet

Karikatür


















Fedailerin Kalesi Alamut

Yazar: Wladimir Bartol

Hasan Sabbah'ın Alamut Kalesi'nin, Cennet bahçelerinin ve fedaîlerinin tarihi romanı

'Hıristiyanların zaman ölçüsü ile 1092 yılının ilk baharında hatırı sayılır büyüklükte bir kervan, Semerkant'tan başlayarak Buhara üzerinden Horasan'ın kuzeyindeki Elbruz platosuna dek uzanan, bir zamanlar muzaffer orduların kullandığı eski yolun üzerinde ağır ağır ilerliyordu. Karların erimeye başlamasıyla birlikte Buhara'dan ayrılan kervan haftalardır yollardaydı...' 'Avni Oğlum, Tahir'in torunu! demişti ona.'Doğruca Demavend Dağı'na giden yolu tut. Rey'e ulaşınca Şahrud Irmağı'na giden yolu sor. Irmağın kaynağı sarp bir vadide bulunmaktadır; oraya çık. Büyük bir kale göreceksin: Bu yerin ismi Alamut kalesidir, yani 'kartal yuvası!...'

Diye başlar hikaye... Bu kitabı okuyunca dönemin tarihi ve o döneme damgasını vuran üç insanı (Hasan Sabbah, Nizamül Mülk, Ömer Hayyam) yakından tanıma fırsatı bulacaksınız...